Mehmet Açık
Nisan ayında Devlet Su İşleri (DSİ) uyardı: Nehir debileri düşüyor. Yaz aylarında göl ve barajlardaki su seviyeleri de buna bağlı olarak ciddi oranda azalacak. “Su krizine hazırlıklı olun” mesajı sadece bir ihtimal değil, neredeyse kesin bir senaryoydu.
Bunun üzerine riskli bölgelerde bahçe sulama, araç yıkama gibi lüks sayılabilecek su kullanımları yasaklandı. Konya Ovası’nda yeni hayvancılık tesislerinin bu yıl için kurulması durduruldu. Sebep çok net: Bu kriz bir yılda ortaya çıkmadı, en az 10 yıldır adım adım büyüyor.
Ama nasıl olduysa mesele bir anda başka bir tartışmaya evrildi.
“Ülke elden gidiyor”,
“Et yiyemeyeceğiz”,
“Tarıma yasak geliyor”,
“Bahçemizi bile sulatmayacaklar”…
Ve hepsi dönüp dolaşıp “iklim yasası” bahanesine bağlandı.
Oysa bu sorun siyasi gündemlerin ötesinde ve çok daha acil: Su bitiyor.
Susuzluk Bir Zincirleme Felaket
Su krizini yalnızca “musluktan su akmaması” gibi düşünmek büyük hata.
Susuzluk, aynı zamanda:
• Hastalık riskinin artması: Temizlik ve hijyen koşulları bozuluyor.
• Altyapı çöküşü: Kanalizasyon sistemleri yeterince çalışamayınca sıcak havayla birleşen koku, şehirleri yaşanmaz hale getiriyor.
• Gıda güvenliği tehdidi: Sulanamayan tarım arazileri, azalan hayvancılık üretimi ve yükselen fiyatlar…
Bir köyde su kesilmesi belki bir tankerle çözülebilir ama 5 milyonluk bir şehirde bu imkânsızdır.
Su kesintisi, kısa sürede toplumsal huzursuzluğa dönüşür.
Yanlış Yönetilen Krizler
Ben bu yasayı savunmuyorum; çünkü bu yasa beklediğimiz anlamda bir iklim kriziyle mücadele yasası değil. Ama şunu da net söylüyorum: Bugünkü krizin sebebi bu yasa değil.
Asıl sorun, yıllardır süren popülist ve günü kurtarmalık yaklaşımlar.
İzmir buna en net örnek. Kriz yönetimi yıllar önce başlamalıydı. Park-bahçe sulama, havuz doldurma, araç yıkama gibi faaliyetler en başta yasaklanabilirdi.
Gerekirse turizm sezonu öncesinde “su yok, gelmeyin” uyarısı yapılmalıydı.
Ama ne oldu? Su sıkıntısı başlayınca “tatil” hayaliyle gelen turist geri döndü.
Daha da çarpıcı olanı: İzmir gibi büyük bir şehirde gri su arıtımı ve geri kullanım yapan turistik tesis sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Koskoca şehirde belki sadece bir ya da iki tesis…
Oysa gri su arıtımı (duş, lavabo, çamaşır sularının yeniden kullanımı) yıllar önce zorunlu hale getirilseydi, bugün bu kadar çaresiz olmazdık.
50 Yıllık Bir Uyarı
Sadece İzmir değil… İstanbul, Bursa, Ankara da aynı riskin içinde.
Her yıl krizin eşiğinden dönüyorlar.
İstanbul artık mevcut nüfusu bile taşıyamıyor. Bursa, hızla sanayileşen yapısıyla kendi suyunu tüketiyor.
Bu coğrafyanın su kapasitesi belli. 3 aşağı 5 yukarı aynı.
Ama nüfus artıyor, turizm artıyor, tarım ve sanayi aynı hızla su çekmeye devam ediyor.
Bu, matematiksel olarak sürdürülemez.
50 yıl sonrası için “baraj beklemek” çözüm değil. Barajların bile bir ömrü var.
Üstelik iklim değişikliği, yağış rejimlerini bozduğu için baraj dolma ihtimali her geçen yıl düşüyor.
İklim Krizi Artık Kapıda Değil, Evde
Artık uyanmamız gerekiyor. İklim krizi “gelecek nesillerin” değil, bizim neslimizin sorunu.
Kapıdan girdi, içimizden geçti.
Her yaz biraz daha sert vuruyor, her kış daha az yağış bırakıyor.
Bu topraklarda binlerce yıldır tarım yapılıyor.
Ama hiçbir medeniyet, kaynaklarını böylesine hoyratça tüketerek ayakta kalamadı.
Ne Yapmalı?
1. Zorunlu su geri dönüşümü yasası: Tüm turistik tesisler, oteller, sanayi tesisleri gri su arıtım sistemleri kurmalı.
2. Kısıtlamalara erken başlamak: Yaz ortasında değil, ilkbaharda su kullanım kısıtlamaları devreye girmeli.
3. Tarımda su verimliliği: Damla sulama ve kapalı sistemler yaygınlaştırılmalı.
4. Bilinçli tüketim eğitimi: Her okulda su tasarrufu dersi zorunlu olmalı.
5. Nüfus planlaması: Su kapasitesinin taşıyamayacağı bölgelere yeni yerleşim ve sanayi yatırımları engellenmeli.
Uyanın!
Su krizi, “günü kurtaracak” pansumanlarla yönetilemez.
Kamu politikası, şehir planlaması, turizm stratejisi, tarım modeli ve bireysel alışkanlıklar kökten değişmeli.
Aksi halde bir sabah uyandığımızda, musluktan yalnızca sessizlik akacak.