ANKARA – GHA ANALİZ SERVİSİ
Türkiye, bugün ekonomik darboğazlar ve siyasi tartışmalar içinde olsa da, geçmişte yaşanan sistematik çöküş ve toplumsal travmaları hatırlamak, bugünü anlamak açısından kritik önem taşıyor.
Sadece çeyrek yüzyıl öncesine gittiğimizde, karşımıza ekonomik buhranlar, kurumsal çöküntü, güvenlik krizleri ve sosyal çöküşün iç içe geçtiği bir tablo çıkıyor.
Bugünün gençleri için birer “tarih bilgisi” gibi görünen bu yaşanmışlıklar, aslında milyonlarca yurttaşın gündelik yaşamında bıraktığı derin izlerdi. Geriye dönüp bakıldığında, bu dönem aynı zamanda halkın devlete olan güveninin sarsıldığı, temel kamu hizmetlerinin bile erişilemez hale geldiği, emeğin ve hayatın değersizleştirildiği bir sistematik çöküş dönemiydi.
Terörün Gölgesinde Kararan Yıllar
1990’lı ve 2000’li yılların başında Türkiye’nin kırsal bölgeleri, terör olaylarıyla adeta kan gölüne döndü. Bir günde 10, 20, hatta 30 şehit haberinin gelmesi olağanlaştı. Şehit cenazeleri peş peşe düzenleniyor, yoksul Anadolu köyleri birer mezarlığa dönüşüyordu.
Terör, yalnızca güvenlik değil; sosyal psikoloji açısından da derin bir yara bıraktı. Şehit olan gençlerin büyük bölümü, yoksul ailelerin çocuklarıydı. Bu kayıplar, toplumsal eşitsizliği daha da görünür hale getiriyor, “Bu vatanı kim savunuyor?” sorusunu yüksek sesle sorduruyordu.
Hastanede Rehin Kalan Cenazeler, Yardım Parasıyla Maaş Ödeme
O yıllarda sosyal devletin çöküşü çok açık bir şekilde görülüyordu. Devlet hastanesinde yaşamını yitiren bir vatandaşın cenazesi, borcu ödenmediği için rehin tutuluyordu. Sağlık hizmeti, yoksul için ulaşılamaz; zengin için ise ayrıcalıklı hale gelmişti.
1999 Marmara Depremi sonrası halktan toplanan bağışlar, konut yapımına değil, memur maaşı ödemelerine aktarılmıştı. Depremzedenin çadırı eksikti ama devlet bütçesindeki açık böyle kapatılıyordu.
Başbakanlar Mektupla Borç Dileniyordu
Türkiye, 2001 kriziyle birlikte tarihin en derin ekonomik çöküşlerinden birini yaşadı. Başbakan Bülent Ecevit, dönemin gelişmiş ülkelerine 12 milyar dolar bulmak için mektuplar yazıyor, IMF ile neredeyse ayakta pazarlık ediliyordu.
Kamu maliyesi çökmüş, bankacılık sistemi iflas etmişti. Gecelik faizler yüzde 7.000’lere fırlıyor, halkın birikimi bir gecede buharlaşıyordu.
Ekonomide Sapma: Patronlar Hortumluyor, Genelev Sahipleri Rekortmen
O yıllarda TÜSİAD üyesi bazı sanayiciler, kamu bankalarından alınan düşük faizli kredilerle kendi şirketlerini kurtarırken, halkın vergisiyle yaratılan kaynaklar özel servetlere dönüşüyordu.
Vergi rekortmeni listelerinde ise sıklıkla genelev sahipleri ve tekel bayileri yer alıyordu. Üretim yapan sanayi değil, tüketimi yöneten sektörler öne çıkıyordu.
Yaşam Kuyrukta Geçiyordu
Ekmek, tüpgaz, mazot ve margarin için sabah ezanıyla başlayan kuyruklar, Türkiye’nin “normal” manzaraları arasındaydı. Birçok bölgede su akmadığı için vatandaşlar kuyulardan sağlıksız su taşıyor, çöpler toplanmadığı için şehirleri kokular sarıyordu.
Öyle ki gazeteler, hava kirliliğinden korunmak için kupon karşılığı gaz maskesi dağıtıyordu. Kuşkusuz bu, gelişmişliğin değil, yoksunluğun simgesiydi.
Öğretmen Pazarda, Vatandaş Telefonda Sıra Bekliyordu
Memur maaşları enflasyona ezdirildiği için, birçok öğretmen ve sağlık çalışanı geçimini pazarcılık ve işportacılıkla sağlıyordu. Ay sonunu getirebilmek için mesai sonrası seyyar tezgâhlarda çalışmak, kamu görevlisi için sıradan bir görüntüydü.
Telefon sahibi olmak ise zenginlik göstergesiydi. Ev telefonu için yıllarca sıra bekleniyor, bazı bölgelerde başvuru yapıldığı yıl doğan çocuk askere gideceğinde telefon bağlanabiliyordu.
Savunma Sanayii Dışa Bağımlıydı
Bugün Türkiye’nin insansız hava araçları ve savunma teknolojilerinde geldiği nokta çokça tartışılıyor. Ancak geçmişte bir piyade tüfeğini bile yurtiçinde üretemeyen, polis silahlarını ithal eden bir ülke konumundaydık.
O dönemlerde savunma bütçesi devasa olmasına rağmen, bu bütçenin nereye harcandığı ne Sayıştay ne TBMM ne de kamuoyu tarafından denetlenebiliyordu. Askeri harcamalar “devlet sırrı” adı altında sorgulanamaz hale getirilmişti.
Bu Bir Hafıza Meselesidir
Bugün hâlâ sorunlar var, eksikler de… Ancak geçmişi unutmak, hatalardan ders almamak demektir. Bu ülkenin hafızasında kuyruklarda bekleyen babalar, su taşırken düşüp bileğini kıran anneler, telefon sırası beklerken sabreden dedeler, cenazesi rehin kalan aileler var.
Bugünü değerlendirmek için, dünün neresi olduğunu bilmek gerekir. Türkiye’nin 25 yıl önceki hali, yalnızca bir zaman dilimi değil, toplumsal bir travmanın kayıtlı geçmişidir.
GHA – ANKARA / TARİHSEL BELLEK VE EKONOMİ ANALİZ SERVİSİ