Kapitalizmin Yapısal Zorunluluğu Olarak Küreselleşme
Erhan Arslan | GHA Ekonomi Servisi Müdürü
Kapitalizm, tarihsel süreç içerisinde yalnızca üretim biçimi olarak değil, aynı zamanda mekânsal bir genişleme mantığıyla evrimleşmiş bir sistemdir. Bu bağlamda, küreselleşme kapitalist üretim tarzının bir tercihi değil, yapısal zorunluluğudur. Küreselleşme kavramı, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte 1990’lı yıllarda yaygın bir biçimde tartışılmaya başlanmış; ulus-devletlerin etkinliğini yitirdiği, çok uluslu şirketlerin ve ulusüstü yapılarının öne çıktığı bir dönemi işaret etmiştir.
Küreselleşme, sadece ekonomik değil, aynı zamanda teknolojik, ideolojik ve kültürel düzeyde uluslararası bütünleşmeyi ifade eder. Bu çerçevede ürünlerin, sermayenin, bilgilerin ve hatta değer yargılarının dolaşımı hız kazanmıştır. Bu sürecin doğal sonucu olarak kapitalist sistemler, kendi varlıklarını sürdürebilmek için küresel düzlemde entegre olmaya mecburdur. Bu durum, sermayenin genişleme eğilimi ve maksimum kârlılık prensibiyle doğrudan ilişkilidir.
Günümüzde kamuoyunda sıkça dile getirilen küreselcilik-ulusalcılık karşıtlığı ise yüzeysel bir ayrımdır. Gerçekte karşı karşıya gelen iki farklı küreselcilik anlayışıdır: Bir yanda ABD merkezli, finansal hegemonya ve dolara dayalı sistemin devamını savunan sağ-ulusalcı küreselciler; diğer yanda ise Çin merkezli, dijitalleşme ve ulusüstü yönetişimi savunan sol-liberal küreselciler bulunmaktadır.
Özellikle COVID-19 pandemisi süreci, sol-liberal küreselcilerin küresel kurumlar (DSÖ vb.) aracılığıyla güç kazandığı bir dönem olmuştur. Aynı süreçte dijital ekonomi, bilişim sektörü ve çok uluslu teknoloji şirketleri büyük bir ivme kazanmış; ulus-devletler ise toplumsal kontrol ve ekonomik kapasite açısından gerilemiştir. Bu durum, küresel yönetişim ve dijital kapitalizmin yükselişi bağlamında yeni bir dönem olarak değerlendirilebilir.
Ancak bu gelişmelere karşılık olarak, ulusal kimlik, dini değerler ve Batı uygarlığı eksenli bir kapitalist refleks de güç kazanmıştır. “Önce Amerika” söylemi bu refleksin en görünür formudur. Her iki taraf da kapitalizmin kuralları çerçevesinde hareket etmektedir, fakat nihai hedefler ve yöntemler bakımından ayrışmaktadır.
Sonuç olarak, kapitalizm ulusal sınırlarla kayıtlanamaz. Sürdürülebilirliği, sermayenin uluslararası hareketliliği ve entegrasyonu ile mümkündür. Ancak bu küresel yapının ideolojik yönü, hem güç ilişkilerini hem de sistemin meşruiyetini belirleyecek temel dinamik olacaktır. Bu nedenle günümüz dünyasında kapitalizmin rotası, küresel entegrasyonun biçimi üzerine verilen mücadele ile şekillenmektedir. Mesele sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültüreldir. Paranın yönü, aynı zamanda insanlığın yönünü de belirleyecektir.