Yazan: Belgin Uyar Açık
Dost Neyzen Tevfik, bir gün Galata sokaklarında, cebinde beş kuruş olmadan yürürken ciğercinin önünde durur. Taze kızarmış ciğerin kokusu burnuna dolmuştur. Gözlerini kapar, içinden geçen o saf dürtüyle içeri dalar.
“İki porsiyon ciğer lütfen…” der, sanki cebinde altınla dolu bir kese varmış gibi. Yer, afiyetle. Ardından garsonu çağırır, yüzünde o meşhur alaycı tebessümle:
— Evladım, şu an param yok ama sonra veririm.
Garson şaşırır, ustasına koşar. Şef garson gelir, yüzünde ciddi bir ifade:
— Üzgünüm efendim, ya parasını ödersiniz ya da bulaşıkları yıkarsınız.
Neyzen Tevfik bir an durur, derin bir nefes alır. Gülümser yine, sanki dünyanın bütün sıkıntıları bir anlığına unutuvermiştir:
— Arka sokakta bir dostum var, bir pusula yazayım, götürün, parayı o verir.
Şef garson bu teklifi kabul eder. Neyzen cebinden buruşturulmuş bir kâğıt çıkarır, kısa bir şeyler karalar.
Pusulayı alır garson, Neyzen’in dostuna götürür.
Kapıyı çalar:
— Efendim, bu pusulayı Neyzen Bey gönderdi. Ciğer parasını sizden ister.
Adam pusulayı okur, dudaklarında hafif bir tebessüm belirir. Garsona döner:
— Kaç porsiyon yemiş?
— İki porsiyon efendim.
Adam gülümser, üç porsiyon parası verir:
— Bir porsiyon daha yesin, ciğeri dayanmaz şimdi.
Garson şaşkındır.
— Efendim, para önemli değil ama pusulada ne yazdığını söyleyebilir misiniz?
Adam pusulayı uzatır:
“Dağladı ciğerci ciğerimin yarasını,
Ciğerparem veriver ciğercinin parasını.”
Neyzen Tevfik’in bu hikâyesi yalnızca bir nükteden ibaret değildir. Onun yaşamı boyunca sergilediği duruşun küçük bir yansımasıdır aslında. Hayatı boyunca yoksul ama onurlu, içkili ama bilge, deli ama hakikatli bir insan olarak anılmıştır. Herkesin kaçtığı çelişkilerin içinde yaşamış, o çelişkilerden insanın özünü damıtmıştır.
Bir başka deyişle; Neyzen, bu toprakların gülerek ağlayan bilgesidir.
Bugünlerde onun gibi insanların hikâyelerini okurken içimizde bir burukluk hissediyoruz. Çünkü o dönemde insanlar azla yetinir, çokla utanırdı. Dostluk bir “pusula”ya sığardı; borç, gönül kırmadan hatırlatılırdı.
Şimdi kartvizitler, e-posta adresleri, banka hesap numaraları arasında insanın özü kaybolmuş gibi…
Neyzen’in iki satırlık pusulasında yalnızca bir borç hatırlatması yoktu. Orada mizah, incelik, zarafet ve bir dönemin insan sıcaklığı vardı. Bugün “mizah” dendiğinde hakaret, “borç” dendiğinde faiz, “dost” dendiğinde menfaat akla geliyor.
Oysa bir zamanlar insanlar “kalp”le konuşur, “göz”le anlaşırlardı.
Bir dostun elinden çıkan iki satır, bir kitabın öğretemeyeceği kadar çok şey anlatırdı.
Neyzen’in o iki satırı, hem bir hiciv, hem bir sitem, hem de bir sevgi ifadesidir. Ciğer kelimesini üç anlamda kullanır:
— Hem yediği yemeği,
— Hem ciğerini yakan borcu,
— Hem de “ciğerparem” diyerek dostuna duyduğu içten sevgiyi.
Böyle çok katmanlı bir mizah anlayışı, ancak gerçekten düşünen, hisseden bir ruhun eseridir.
Bugün, bir kafede otururken garsona “QR menü” üzerinden sipariş veriyoruz. Ne yüz yüze bir teşekkür var, ne bir tebessüm.
Belki de insanlığımızı en çok masa başında değil, bir ciğerci dükkânında kaybettik.
Oysa bir zamanlar, insanın kalbi, cebinden daha kıymetliydi.
Ve insanlar kalplerinin hesabını tutmayı bilirdi.
Neyzen’in hikâyesi bize hatırlatıyor:
Bir tabak ciğerin bedeli para değildir.
O bedel, dostlukla, zarafetle, incelikle ödenir.
Belki biz artık “pusula” yazmayı unuttuk ama hâlâ bir şansımız var:
Birine küçük bir iyilik yaptığımızda, Neyzen’in ruhuna bir selam göndermek…
Belki o da gökyüzünün bir yerinden tebessüm eder:
“Ciğerci, dağladı ciğerimin yarasını…”