Tarihin sayfaları, milletlerin yükseliş ve çöküş hikâyeleriyle doludur; ancak bazı milletler vardır ki, sadece bir tarihi özne değil, aynı zamanda evrensel bir umut ve ilahi bir bekleyişin sembolü haline gelmiştir. Türk milleti, karanlığın en koyu, zulmün en ağır bastığı anlarda, insanlığın gözünün çevrildiği, adalet ve hürriyet arayışının adı olmuştur. Bu kadim millet, sadece geçmişiyle değil, taşıdığı töre, iman ve adalet mefhumlarıyla, her devrin ve her coğrafyanın bekleneni vasfını kazanmıştır.
Türk’ün Tarihsel Misyonu
”Türk beklenendir” Çünkü, binlerce yıllık somut bir tecrübeye dayanır. Ne zaman ki bir coğrafyada zulüm kök salmış, ne zaman ki mazlumun sesi kısıılmış; işte o zaman, yeryüzünün dengesini yeniden kuracak bir güce ihtiyaç duyulmuştur. Atilla’nın Avrupa içlerine taşıdığı o sarsılmaz nizam, Alp Arslan’ın Malazgirt’te açtığı yeni medeniyet kapısı ve Fatih Sultan Mehmed’in çağ kapatıp çağ açan fetih vizyonu, bu bekleyişin tarihsel karşılıklarıdır.
Onlar, sadece toprak kazanmakla kalmamış; adaleti, liyakati ve farklı inançlara gösterilen vakar dolu hoşgörüyü de gittikleri yere taşımışlardır.
Türk’ün bu beklenişi, sadece savaş meydanlarındaki cesaretiyle değil, kurduğu devletlerin felsefesiyle de ilgilidir.
Uygarlığımızın en parlak dönemleri, devleti bir baskı aracı olarak değil, bir “hizmet ve adalet çatısı” olarak gören Türk töresinin eseri olmuştur. Bu törede, ilahi adalet yeryüzüne indirilmek istenmiş, “kendi çıkarını değil, milletinin, insanlığın selametini gözetmek” temel ahlaki ilke yapılmıştır.
Türk milleti, tarih boyunca nice badireler atlatmış, nice büyük imparatorlukların yıkılışını görmüş, ancak her seferinde küllerinden anka kuşu misali yeniden doğmayı başarmıştır. Bu “yeniden doğuş” mucizesi, milletin temel karakteristiğidir.
Son örneği ise, cihan devletinin enkazından, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu, yalnızca bir ulus devletin kuruluşu değil; aynı zamanda 20. yüzyılın en büyük emperyalist baskısına karşı haysiyetin ve bağımsızlık azminin bir zaferidir. Türk’ün bu azmi, dünyanın dört bir yanındaki bağımsızlık mücadelelerine ilham vermiş, yani yine “beklenen” rolünü üstlenmiştir.
Bugün de yarın da Türk beklenendir; çünkü dünya, küresel adaletsizliğin, eşitsizliğin ve çatışmaların gölgesi altındadır. Sınırların kalktığı, ancak vicdanın giderek yoksullaştığı bu yeni çağda, Türk’ün temsil ettiği dengeleyici güce her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Türk’ün varlığı, mazlumun son umududur.
Türk’ün attığı her adım, sadece kendi ulusal çıkarlarını değil, bölgesel istikrarı ve cihanın kaderini etkileme potansiyeli taşır. Bu, omuzlara yüklenen ağır bir sorumluluktur:
Türk tökezlerse, adalet inancı zayıflar ve insanlık düşer.
Türk ayağa kalkarsa, bölgede ve dünyada hakkaniyet yükselir, mazlumun sesi gürleşir.
Unutulmamalıdır ki, Türk yalnızca pasif bir bekleyişin nesnesi değildir.
Türk, sahneye çıktığında çağ açar, devir kapatır, tarihe yön verir. O, sadece adaletin gelmesini bekleyen değil, bizzat adaleti getiren ve onu tesis eden kutlu iradedir.
Bu nedenle Türk milleti, daima uyanık, daima cesur ve daima töresine sadık kalmak zorundadır.
Çünkü yeryüzünün umudu, gökyüzünün adaleti O’nun yürüyüşüne bağlıdır.
Ne Mutlu Türk’üm diyene…