Benjamin Franklin’in Balığı ve İnsanlığın Aynası
Amerikalı filozof, yazar ve mucit Benjamin Franklin, yalnızca bilimin değil, ahlâkın da öncülerindendi.
İnsanın, kendi içindeki iyilikle kötülük arasındaki o ince çizgide nasıl savrulduğunu en iyi anlayanlardan biriydi.
Bir dönem, vejetaryenliği seçti Franklin.
Et yemenin, canlıya kıymanın vicdanına ağır geldiğini düşünüyordu.
Bir canlının ölümüne neden olmayı, insanın kendi ruhunu kirletmesi olarak görüyordu.
Kendine sessiz bir yemin etti:
“Bir başka canlının yaşam hakkına el uzatmayacağım.”
Ama insan, en zor sınavlarını kendi içinde verir.
Ve hiçbir sınav, açlık kadar çıplak, vicdan kadar sessiz değildir.
Bir gün uzun bir deniz yolculuğuna çıkar Franklin.
Günler geçer, yiyecek tükenir, sabır azalır.
Gemide balık pişirenlerin kokusu rüzgârla burnuna gelir.
O koku, midede değil, zihinde yankılanır.
İnsanın içindeki karanlıkla aydınlığın savaşına dönüşür.
İçinde iki ses konuşur:
Biri, “Yeme, söz verdin,” der.
Diğeri, “Bir lokmadan ne olur ki?”
Franklin sonunda dayanamaz.
Balıkların pişirildiği yere gider.
Tezgâhta ayıklanan balıklardan birinin karnından küçük balıklar çıkar.
O an durur, düşünür, gülümser acı bir şekilde:
“Demek siz, kendi cinsinizden olanları yiyorsunuz ha? O hâlde ben de sizi neden yemeyeyim?”
Bir cümleyle vicdanını susturmuştur.
Bir bahane bulmuş, bir gerekçe yaratmıştır.
Ve tam da orada kaybetmiştir insanlık.
Çünkü kötülük, büyük sloganlarla değil, küçük bahanelerle başlar.
Bir “ama” ile.
Bir “zorundaydım” ile.
Bir “ben yapmazsam o yapacaktı” ile.
Franklin’in hikâyesi, yalnızca bir balığın değil; insanlığın aynasıdır.
Her çağda, her toplumda yeniden yaşanır o sahne.
Birileri zulmeder, birileri izler, birileri de kendine bir gerekçe bulur.
Kimi der ki, “Bu bir savunma.”
Kimi der ki, “Bu bir hak.”
Ama hepsi aynı noktada birleşir: Kendini temize çıkarma çabasında.
Bugün Gazze’de yaşananlar da aynı aklın ürünüdür.
İsrail’in bombaları altında ezilen çocuklar, paramparça edilmiş anneler, sessizliğe gömülmüş sokaklar…
Ve dünyanın dört bir yanında “ama” ile başlayan cümleler:
“Ama onlar da…”
“Ama güvenlik…”
“Ama terör…”
Oysa hiçbir “ama”, bir çocuğun kanını aklamaz.
Hiçbir gerekçe, bir annenin bedenine sarılı cansız evladını meşrulaştıramaz.
Hiçbir politika, vicdanın sustuğu bir dünyada haklı değildir.
Birbirini yiyen balıklar gibiyiz.
Birbirimizi parçalıyoruz; kinle, nefretle, çıkarla…
Sonra da “Beni neden yok etmeye çalışıyorlar?” diye soruyoruz.
Oysa cevap çok basit: Çünkü biz çoktan birbirimizi yemeye başladık.
Bir toplum, adaleti değil öfkeyi;
merhameti değil kini tercih ettiğinde,
insanlık kendi kendini tüketmeye başlar.
Kardeş kardeşi düşman ilan eder, şehir şehirle, kalp kalple çatışır.
Ve geriye sadece sessizlik kalır — içinde çocukların ağladığı bir sessizlik.
Franklin o gün belki yalnızca bir balık yedi.
Ama biz bugün, her gün biraz daha insanlığımızı yiyoruz.
Aç gözlülükle, suskunlukla, umursamazlıkla…
Dünyanın neresinde olursa olsun, bir masumun canı yanarken sessiz kalmak da bir çeşit yemektir:
Vicdanı yemek, kalbi yemek, insanlığı yemek.
Ahlâk, açlıkla sınanır.
Vicdan, çıkarla.
İnsanlık, sessizlikle.
Ve biz o sınavları birer birer kaybediyoruz.
Ama yine de umut var.
Çünkü insanın içindeki ışık, bir kıvılcım kadar küçük de olsa, karanlığa meydan okumaya yeter.
Bir kişi bile “Dur!” diyebiliyorsa,
bir vicdan bile “Yeter artık!” diye haykırabiliyorsa,
bir kalp bile “Ben bu vahşeti normalleştirmeyeceğim!” diyebiliyorsa,
işte orada insanlık yeniden filizlenir.
Gazze’de ağlayan her çocuk, dünyaya şu soruyu fısıldıyor:
“Beni görmüyor musunuz?”
Duyuyorsak, hâlâ geç değil.
Susuyorsak, hepimiz o balığın etindeyiz.
Bitsin artık bu zulüm.
Bitsin İsrail’in Gazze’deki vahşeti.
Susturulan çığlıklar dursun.
Kadınlar ölmesin, çocuklar ağlamasın.
Hiçbir ideoloji, hiçbir güç, hiçbir “hak”
bir çocuğun yaşamından üstün olmasın.
Ve biz, insan kalmayı yeniden öğrenelim.
Birbirimizi yememeyi, birbirimiz için yaşamayı,
adaleti, merhameti, vicdanı yeniden hatırlayalım.
Ancak o zaman,
dünyaya tek başına meydan okumayı gerçekten öğreniriz.
Belgin Uyar yazdı.